9 Şubat 2014 Pazar






Beni dünyanın dışına atan bir ses işitiyorum. Yapayalnız kalınca. “Yazgını seveceksin”, “yazgını seveceksin”. Nietzsche’nin niçin söylediğine akıl sır erdiremediğim o tok söylevi. Sevemiyorum yazgımı, alınmasın ama. Esintili bir günün ardından hemen, -herhalde biraz da üzgün- zaman; kapaklarını kapatıyor. Ben suskuyla kaplı kıvır kıvır defterlerin ortasındayken işte. Orada çünkü. Karanlığın kösnül çağrışımlar yoluyla edindiği dar bölmede. Biri var taşkın ve aşkın: Çıkıyor kaynayan denizden gece bulvarlara. Peşinden de ben.

“Yaklaş”, diyor. “Yaklaş ki duy hançeremden yayılan ağuyu.”

Geceleyin bulvarlar boğazda gemileri batmış yabancıların azıcık avuntu bulmak adına yollandıkları yerlerdir. Yıllarca arandım durdum da ne oldu?

Yaklaşınca. Bade mi bengisu mu belirsiz bir kâse taşıyor kadın kaynağında. (Kadının duymamı istediği ağusu muhtemelen keşişlere yaraşır nitelikte). Bir de simsiyah kedi. (O da onlara denktir). Alaca bir koyuluk var durduğumuz noktada: Karabasanlar, çalkantılar, kördüğümlerle belirginleştirilmiş. Önümüzden garip giyimli ruhlar geçiyor habire. Oldukça ağırbaşlı tipler. Çağa hiç de uymayan bir profil oysa. Onlar gidince arkalarından soysuz şehrin demirbaşları da gidiyor birer ikişer. Hışımla doluyorum. Işıkla.

Ne ki zamanın örtündüğü işte şu anlarda, tıpkı bir dindar kadın gibi, en az onun kadar radikal, badiresiz geçmiyor yaşamak. Ama gülümsemekten vazgeçmiyor ki. Gülümsüyor kadın gülümsüyor kızılca kıyamet.

“Benim senden başka kıyametim yok, nafile” diyor.”İnsanın insandan başka tesellisi”. 

Şaşkınım.Soysuz lambalar dik başlı insanların üzerinde yine. Boyunlar kıldan ince.

Kimi istiyor bu kadar dünya? Bu kadar dünyayı kim istiyor? Nerden gelir sonsuz olanın çağrısı? Ama. Bekliyor kedi. Tüylerini havaya dikmiş, kadının genişçe omzunda. Bense savmadan sıramı dibinde sur’un bekliyorum. Pervanenin tinsel ısrarıyla. Soylu.

BİR TAŞRA KASABASINA YOL ALIRKEN DÜŞÜNÜYORUM ONU



Yola çıkmak!/ Yitirmek ülkeleri!/ Bir başkası olmak süresiz / Yalnız görmek için yaşamaktır/ Köksüz bir ruhu olmak!/ Kimseye ait olmamak, kendime bile!/ Durmadan gitmek, sonu olmayan/ Bir yolculuğun peşinde/ Ve ona ulaşma isteği içinde!/ Böyle yola çıkmaktır yolculuk./ Ama ben açık bir yol düşünden öte,/ Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda,/ Gerisi sadece gök ve toprak. (Pessoa)

"Gitmek diye bir şey yok, sadece çağrılmak var." Yüzünde Bir Yer’de geçen bu cümleyi görünce aklıma Tezer Özlü gelmişti hemen. Belki de onun hep yolculuk fikriyle uğraşmasından. Kişi kimi okursa odur; yazar için de öyle, yazdıkları onu içine alır, saklar, örter bir bakıma. Bu nedenle yazdıklarına en çok benzettiğim yazarlardandır Tezer Özlü. Bilinen bir gerçektir; bir metnin gücü size söylediğinde değil, söylettiği şeydedir. Oradan başka yazarlara uzar okuyucu, başka kitaplara taşınır, önünde yeni, bazen anlaşılmaz, öncesinden daha karmaşık, daha güç bir hayatın açıldığını görür. Dönüş imkansızdır artık. Kafka’nın dediğine varılır belki de: “Belli bir noktadan sonra dönüş yoktur. İşte ulaşılması gereken nokta budur.”

Tarih boyunca uygarlığın modernleşme söylemi etrafında oluşturduğu düzen farklı farklı alanlar ve bu alanlara yönelik kimi seçme tarzları da getirdi beraberinde, getiriyor da. Freud ve Nietzsche’de fitilini bulan bu düşüncelere bakılırsa insanın esasta iki burç arasında bırakıldığı savunulur; bunlardan biri ‘uyum’ burcudur, kişiye sonsuz özgürlük vaadiyle eğlenceyi, oyuna koşulsuz dahil olmayı önerir. Bu burçtakileri bayağı sert bir retorikle "direncin son sığınaklarına da gizlice sızarak, aygıtın taleplerinden hala muaf kalabilmiş saatleri kirletenler" olarak suçluyordu Adorno. Diğer tarafta ise ‘uyumsuzluk’ burcu bulunur. Nifak tohumlarının ekildiği yerdir burası. Bu burcun sakinleri çoğunluk’un azametli gölgesine karşın farklılıklarını sergilemekten sakınmaz, onu bir varoluş biçimi, ellerinde kalan son bir koz şeklinde görür. Bunlar hiçbir şeyi beğenmezler, bu yüzden de huzursuzdurlar. Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabında üretken yazar ile huzursuz yazar arasındaki farklar üzerine düşünürken bu ayrımı enfes bir biçimde yorumlayacaktır zaten. Demek ki Tezer Özlü huzursuz yazardır. Melankoli, nevroz, sıkıntı onu kendisi yapan şeylerdir.

Yaşamöyküsel bir izleğin örüldüğü metinlerden söz ediyorum. İç sıkıntısının iyice konuştuğu, dilin yılgınlıkla, dıştan gelen baskıya karşı hiçlik pahasına söylendiği cümlelerden. İnsanın yersizyurtsuz’laştığı, her yerin derin bir cehennem azabına döndüğü bir dünyada ideal de kalmamıştır çünkü; her şey kırılmış, yıkılmıştır. Herkes parça parçadır. Gerçek ölmüştür. Düşlere, fantastiğe dönülür zorunluluktan; orası tek sığınaktır. Yolculuklara çıkılır bir çırpıda. Gitmek kendine yakın olmaktır da ondan. "İnsana en yakın yalnızlıktır insan." Tezer Özlü’yü yalnızlığın insanın içine nasıl sicim sicim kurulduğunu duyumsayarak okursunuz. İletişimsizliğin, kişinin dünyaya kapatılmışlığının, fırlatılmışlığın, onunla beraber gelen kaygı’nın, her felakette beliren suçluluk duygusunun ve nihayet her şeyden kurtulmak, bir çıkış yolu bulabilmek için yazıya (boşluğa aslında) çekilmenin, o kalan tek özgürlük bölgesine ulaşmanın, yazdığını yaşamanın, yaşadığını yazmanın imleri… Birinin ötekini yarı yolda bırakmadığı, bütün yıkımların aynı gövdenin, aynı yaralı bilincin içinden geçerek dışarıya fışkırdığı tinsel bir hayat. Yaşamın ucuna yolculuk. Kanırtan yaşamın sınırına yolculuklar.

Onun için yazgısını yaşadı diyebilir miyiz? Başka türlü, esinini maruz kaldığı kötülüklerden etinde ve ruhunda duyduğu şiddetten almayan bir yaşamı yaşayabilir miydi? Yaşam dahi yaşamıyorken bilmiyorum açıkçası. Ölüme, ölümün hayatta tuttuğu yere olan müthiş ilgisine rağmen, intihar etmedi. "Yaşamın neresinden dönülse kârdır" demedi yaşadığı sürece. Sürekli bir beklenti saklamıştı içinde besbelli. Bu yüzden karın ağrıları çekmesi, bunaltılar geçirmesi, elektrik şokları yemesi deli niyetine. Yazıya ait, salt oraya dönük bir firarilik değil gerçekleştirdiği üstelik. Kendine ötelerde, istese değiştirebileceği sayısız mekân arıyor, tıpkı bir stalker gibi hevesinin peşinden gidiyordu. Yetişmesi gereken zamanlar vardı. Korkularını dışa vurmaktan kaçınmayan, kendisiyle, Türkiye’nin yakın geçmişiyle, kişilerle hesaplaşmaktan çekinmeyen bir marjinaldi nasılsa. 

Bergman’ın filmlerindeki sessizlikleriyle izleyiciyi çılgına çeviren, içe yansıttıkları bakışlarıyla izleyenin de zihnindeki kırık dökük, flu parçalara odaklanmasını sağlayan kadın kahramanlara benzer Tezer Özlü. Persona’da birdenbire sesini yitiren opera sanatçısına özellikle. Sadık Hidayet’in benzersiz bir sözü var: "Hayır, hiç kimse intihar kararına varamaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur." Onu bu kişilerden biri olarak görüyorum işte. Sevdiği yazarların mekânlarını onun rehberliğinde gezerken ‘ruhundan geçen tramvayları’ okur olarak ben de hissediyor, o tedirginlikle karışık tuhaf sevinci duyabiliyordum. Bu yazgının içinde beklemeyi, orada olmayı seçmesi boşuna mı peki? Heidegger yalnızlığı birlikte varolmanın bir biçimi olarak ele alıyordu.  Kişinin tenhalığını, ezeli ve ebedi tek başınalığını çevreye dağıtıyor, onu hem kendisine hem de dünyaya içkin kılarken, dış dünyayı adlandırıyor, kişiyle ‘onlar’ arasında gizli bir kardeşlik kuruyordu –birliktelik vurgusuyla. Tezer Özlü’nünki de böylesi bir yalnızlık mıydı acaba? Hayalet Oğuz’u düşünüyorum burada. O hiçbir şeyi olmayan, hakikatte de hayalet gibi yaşayan adamı. Hiç evlenmeyen, devlet dairelerine bir kez bile adımını atmayan, para tutmayan, bohem Oğuz’u. Bachmann’ı, dar zamanın, ödeşmenin şairini, sigarasının külünün yardımıyla yaşama veda eden kadını hatırlıyorum sonra. Onları Tezer Özlü’ye yaraştırıyorum çünkü.

Cioran "bir tek iyimserler intihar eder, artık iyimser olamayan iyimserler… Diğerlerinin hiçbir yaşama nedeni olmadığına göre niçin bir ölme nedenleri olsun ki?" der. Tezer Özlü’yü bu iyimserlerden sayıyorum ben. Gitmek düşüncesi, en sonunda onu intihardan koruyan bir kabuk halini almıştı. Ama bir yerde durabilse, Wittgenstein’ın imlediği noktaya gelse –yani üzerinde konuşulamayan’a varabilseydi hiç kuşkum yok; susacaktı. Susamıştı.