BİR
TAŞRA KASABASINA YOL ALIRKEN DÜŞÜNÜYORUM ONU
Yola çıkmak!/
Yitirmek ülkeleri!/ Bir başkası olmak süresiz / Yalnız görmek için yaşamaktır/
Köksüz bir ruhu olmak!/ Kimseye ait olmamak, kendime bile!/ Durmadan gitmek,
sonu olmayan/ Bir yolculuğun peşinde/ Ve ona ulaşma isteği içinde!/ Böyle yola
çıkmaktır yolculuk./ Ama ben açık bir yol düşünden öte,/ Bir şeye gerek
duymuyorum yolculuğumda,/ Gerisi sadece gök ve toprak. (Pessoa)
"Gitmek diye bir şey yok, sadece çağrılmak var." Yüzünde Bir
Yer’de geçen bu cümleyi görünce aklıma Tezer Özlü gelmişti hemen. Belki de onun
hep yolculuk fikriyle uğraşmasından. Kişi kimi okursa odur; yazar için de öyle,
yazdıkları onu içine alır, saklar, örter bir bakıma. Bu nedenle yazdıklarına en
çok benzettiğim yazarlardandır Tezer Özlü. Bilinen bir gerçektir; bir metnin
gücü size söylediğinde değil, söylettiği şeydedir. Oradan başka yazarlara uzar
okuyucu, başka kitaplara taşınır, önünde yeni, bazen anlaşılmaz, öncesinden
daha karmaşık, daha güç bir hayatın açıldığını görür. Dönüş imkansızdır artık.
Kafka’nın dediğine varılır belki de: “Belli bir noktadan sonra dönüş yoktur.
İşte ulaşılması gereken nokta budur.”
Tarih
boyunca uygarlığın modernleşme söylemi etrafında oluşturduğu düzen farklı
farklı alanlar ve bu alanlara yönelik kimi seçme tarzları da getirdi
beraberinde, getiriyor da. Freud ve Nietzsche’de fitilini bulan bu düşüncelere
bakılırsa insanın esasta iki burç arasında bırakıldığı savunulur; bunlardan
biri ‘uyum’ burcudur, kişiye sonsuz özgürlük vaadiyle eğlenceyi, oyuna koşulsuz
dahil olmayı önerir. Bu burçtakileri bayağı sert bir retorikle "direncin son
sığınaklarına da gizlice sızarak, aygıtın taleplerinden hala muaf kalabilmiş
saatleri kirletenler" olarak suçluyordu Adorno. Diğer tarafta ise ‘uyumsuzluk’
burcu bulunur. Nifak tohumlarının ekildiği yerdir burası. Bu burcun sakinleri
çoğunluk’un azametli gölgesine karşın farklılıklarını sergilemekten sakınmaz,
onu bir varoluş biçimi, ellerinde kalan son bir koz şeklinde görür. Bunlar
hiçbir şeyi beğenmezler, bu yüzden de huzursuzdurlar. Calvino, Bir Kış Gecesi
Eğer Bir Yolcu kitabında üretken yazar ile huzursuz yazar arasındaki farklar
üzerine düşünürken bu ayrımı enfes bir biçimde yorumlayacaktır zaten. Demek ki Tezer
Özlü huzursuz yazardır. Melankoli, nevroz, sıkıntı onu kendisi yapan şeylerdir.
Yaşamöyküsel bir izleğin örüldüğü metinlerden söz ediyorum.
İç sıkıntısının iyice konuştuğu, dilin yılgınlıkla, dıştan gelen baskıya karşı
hiçlik pahasına söylendiği cümlelerden. İnsanın yersizyurtsuz’laştığı, her
yerin derin bir cehennem azabına döndüğü bir dünyada ideal de kalmamıştır
çünkü; her şey kırılmış, yıkılmıştır. Herkes parça parçadır. Gerçek ölmüştür.
Düşlere, fantastiğe dönülür zorunluluktan; orası tek sığınaktır. Yolculuklara
çıkılır bir çırpıda. Gitmek kendine yakın olmaktır da ondan. "İnsana en yakın
yalnızlıktır insan." Tezer Özlü’yü yalnızlığın insanın içine nasıl sicim sicim
kurulduğunu duyumsayarak okursunuz. İletişimsizliğin, kişinin dünyaya kapatılmışlığının,
fırlatılmışlığın, onunla beraber gelen kaygı’nın, her felakette beliren suçluluk
duygusunun ve nihayet her şeyden kurtulmak, bir çıkış yolu bulabilmek için
yazıya (boşluğa aslında) çekilmenin, o kalan tek özgürlük bölgesine ulaşmanın, yazdığını
yaşamanın, yaşadığını yazmanın imleri… Birinin ötekini yarı yolda bırakmadığı,
bütün yıkımların aynı gövdenin, aynı yaralı bilincin içinden geçerek dışarıya
fışkırdığı tinsel bir hayat. Yaşamın ucuna yolculuk. Kanırtan yaşamın sınırına
yolculuklar.
Onun için yazgısını yaşadı diyebilir miyiz? Başka türlü,
esinini maruz kaldığı kötülüklerden etinde ve ruhunda duyduğu şiddetten almayan
bir yaşamı yaşayabilir miydi? Yaşam dahi yaşamıyorken bilmiyorum açıkçası.
Ölüme, ölümün hayatta tuttuğu yere olan müthiş ilgisine rağmen, intihar etmedi. "Yaşamın neresinden dönülse kârdır" demedi yaşadığı sürece. Sürekli bir
beklenti saklamıştı içinde besbelli. Bu yüzden karın ağrıları çekmesi,
bunaltılar geçirmesi, elektrik şokları yemesi deli niyetine. Yazıya ait, salt
oraya dönük bir firarilik değil gerçekleştirdiği üstelik. Kendine ötelerde,
istese değiştirebileceği sayısız mekân arıyor, tıpkı bir stalker gibi hevesinin
peşinden gidiyordu. Yetişmesi gereken zamanlar vardı. Korkularını dışa
vurmaktan kaçınmayan, kendisiyle, Türkiye’nin yakın geçmişiyle, kişilerle
hesaplaşmaktan çekinmeyen bir marjinaldi nasılsa.
Bergman’ın filmlerindeki
sessizlikleriyle izleyiciyi çılgına çeviren, içe yansıttıkları bakışlarıyla
izleyenin de zihnindeki kırık dökük, flu parçalara odaklanmasını sağlayan kadın
kahramanlara benzer Tezer Özlü. Persona’da birdenbire sesini yitiren opera
sanatçısına özellikle. Sadık Hidayet’in benzersiz bir sözü var: "Hayır, hiç
kimse intihar kararına varamaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur." Onu bu
kişilerden biri olarak görüyorum işte. Sevdiği yazarların mekânlarını onun
rehberliğinde gezerken ‘ruhundan geçen tramvayları’ okur olarak ben de
hissediyor, o tedirginlikle karışık tuhaf sevinci duyabiliyordum. Bu yazgının
içinde beklemeyi, orada olmayı seçmesi boşuna mı peki? Heidegger yalnızlığı birlikte
varolmanın bir biçimi olarak ele alıyordu. Kişinin tenhalığını, ezeli ve ebedi tek başınalığını
çevreye dağıtıyor, onu hem kendisine hem de dünyaya içkin kılarken, dış dünyayı
adlandırıyor, kişiyle ‘onlar’ arasında gizli bir kardeşlik kuruyordu
–birliktelik vurgusuyla. Tezer Özlü’nünki de böylesi bir yalnızlık mıydı acaba?
Hayalet Oğuz’u düşünüyorum burada. O hiçbir şeyi olmayan, hakikatte de hayalet
gibi yaşayan adamı. Hiç evlenmeyen, devlet dairelerine bir kez bile adımını
atmayan, para tutmayan, bohem Oğuz’u. Bachmann’ı, dar zamanın, ödeşmenin
şairini, sigarasının külünün yardımıyla yaşama veda eden kadını hatırlıyorum
sonra. Onları Tezer Özlü’ye yaraştırıyorum çünkü.
Cioran "bir tek iyimserler intihar eder, artık iyimser
olamayan iyimserler… Diğerlerinin hiçbir yaşama nedeni olmadığına göre niçin
bir ölme nedenleri olsun ki?" der. Tezer Özlü’yü bu iyimserlerden sayıyorum
ben. Gitmek düşüncesi, en sonunda onu intihardan koruyan bir kabuk halini
almıştı. Ama bir yerde durabilse, Wittgenstein’ın imlediği noktaya gelse –yani
üzerinde konuşulamayan’a varabilseydi hiç kuşkum yok; susacaktı. Susamıştı.