Beni
dünyanın dışına atan bir ses işitiyorum. Yapayalnız kalınca. “Yazgını
seveceksin”, “yazgını seveceksin”. Nietzsche’nin niçin söylediğine akıl sır
erdiremediğim o tok söylevi. Sevemiyorum yazgımı, alınmasın ama. Esintili bir
günün ardından hemen, -herhalde biraz da üzgün- zaman; kapaklarını kapatıyor.
Ben suskuyla kaplı kıvır kıvır defterlerin ortasındayken işte. Orada çünkü.
Karanlığın kösnül çağrışımlar yoluyla edindiği dar bölmede. Biri var taşkın ve
aşkın: Çıkıyor kaynayan denizden gece bulvarlara. Peşinden de ben.
“Yaklaş”,
diyor. “Yaklaş ki duy hançeremden yayılan ağuyu.”
Geceleyin
bulvarlar boğazda gemileri batmış yabancıların azıcık avuntu bulmak adına
yollandıkları yerlerdir. Yıllarca arandım durdum da ne oldu?
Yaklaşınca.
Bade mi bengisu mu belirsiz bir kâse taşıyor kadın kaynağında. (Kadının duymamı
istediği ağusu muhtemelen keşişlere yaraşır nitelikte). Bir de simsiyah kedi.
(O da onlara denktir). Alaca bir koyuluk var durduğumuz noktada: Karabasanlar,
çalkantılar, kördüğümlerle belirginleştirilmiş. Önümüzden garip giyimli ruhlar
geçiyor habire. Oldukça ağırbaşlı tipler. Çağa hiç de uymayan bir profil oysa.
Onlar gidince arkalarından soysuz şehrin demirbaşları da gidiyor birer ikişer.
Hışımla doluyorum. Işıkla.
Ne
ki zamanın örtündüğü işte şu anlarda, tıpkı bir dindar kadın gibi, en az onun
kadar radikal, badiresiz geçmiyor yaşamak. Ama gülümsemekten vazgeçmiyor ki.
Gülümsüyor kadın gülümsüyor kızılca kıyamet.
“Benim
senden başka kıyametim yok, nafile” diyor.”İnsanın insandan başka tesellisi”.
Şaşkınım.Soysuz
lambalar dik başlı insanların üzerinde yine. Boyunlar kıldan ince.
Kimi
istiyor bu kadar dünya? Bu kadar dünyayı kim istiyor? Nerden gelir sonsuz olanın
çağrısı? Ama. Bekliyor kedi. Tüylerini havaya dikmiş, kadının genişçe omzunda.
Bense savmadan sıramı dibinde sur’un bekliyorum. Pervanenin tinsel ısrarıyla.
Soylu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder