16 Ocak 2017 Pazartesi


Gardını Alan Şehir

Adalar İstanbul’a coğrafya bakımından hem yakın hem de aradaki deniz mesafesinden ötürü ondan uzaklaşmış, bağımsızlığını ilan etmiş bir yerdedir. Yıllar boyunca kâh bir sürgün merkezini, şehrin azınlık kültürünün hayatını sürdürdüğü bir yerleşim birimini kâh da modern hayatın gürültüsünden bunalmış binlerce insanın ilk kaçtığı, şehirdeki rutin işlerinden arındıkları bir huzur bulma alanını işaret etti. Edebiyatımızda ada anlatısını başlı başına bir izlek haline getirmiş ilk yazar Sait Faik’ti. Adalar’daki dünyayı kendi içsel ve kolektif deneyimlerinden çıkardığı parçalarla birleştiriyordu. Bu parçalar bazen sert, kabuk gibi bir gerçekliği anlatıyor bazen de gözden kaçmış, duyulur duyulmaz tebessüme yol açan hikâyelerden oluşuyordu. Adalar’ı canlı kanlı bir varlık haline getiren Sait Faik’in yolundan giden nice yazarımız oldu. Onun edebiyata kattığı bu izlek sıradan insanın anlatısıyla birleşerek günümüze kadar geldi.
Sait Faik’in edebiyatta yarattığı düzen değişikliğinin son halkalarından olan bir yazarın geçenlerde ilk kitabı yayımlandı. Nazlı Karabıyıkoğlu’nun İskele başlığı altında toplanan öyküleri gündelik hayatımıza dair bir yığın mesele içeriyor. Kitap, Adalar’ın talanından, harcıâlem bir tüccar kafasıyla pazarlanmasından, ruhunu kaybederek egzotik bir merak halesiyle çerçevelenmesine, 12 Eylül’ün gerisinde bıraktığı travmalardan, yoksunluklardan, Kürt sorununun bir nüvesi olan şehirlerdeki inşaat işçiliği piyasasına, Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’inin tuhaf kahramanını anıştıran bir aile artığından, vatan uğruna ölüme sürülmüş Poyraz’ın öyküsüne varana kadar girift onca kesitten oluşuyor. Karabıyıkoğlu, zorluk içermeyen, okura dokunan bir dil inşa ettiği öykülerde hep bir noksanlık hissine yaslanıyor. Daima bir arayışın izleriyle karşılaşıyoruz: bu arayış bazen baba bazen kardeş bazen çocukluk suretinde belirginleşir. Ancak genel planda vurgu Ada üzerine odaklanmıştır. Ada bütün öykülerin sınırını belirleyen bir mertebeye yükseltilmiştir adeta. Hem öykülerdeki birçok kahramanın hem de kitabın yazarı Karabıyıkoğlu’nun Sait Faik’e yaptığı göndermelerden hareketle bir aidiyet mekânı haline geliyor. Öykülerdeki kahramanlar Ada’nın makro alanının içinde yaşamsal pratiklerini üretir, onun zemininde aralıksız bir gönderme trafiği yaşatırlarken, Karabıyıkoğlu da kendi mecrasında Sait Faik’le dertleşir, yeni İstanbul’un, Adalar’ın o anlatalı beri geçirdiği değişimlerden söz eder. Zaman çok kötüleşmiştir artık; modernleşen şehir Adalar’ı da girdabına alarak her şeyi birbirine benzetmiştir. Haksızlıklar ve kötü niyetlerle, savaşlar, unutuşlar ve makineleşmeyle kurulmuştur bu dünya.
Edebiyatın hayata en önemli katkısı yok olan, içeriği boşaltılan, gündelik hayatın tazyiki altında gözden kaçmış olan şeylere vehmettiği duygudur. Bu duygu dünyayı dayanıklı kılmaya, dirimini sıcak tutmaya yarar. Karabıyıkoğlu’nun öyküleri de her gün nicesine maruz kaldığımız handikapların çetelesini tutarak edebiyatın hafızasına yazılıyor. İki kısımdan oluşan kitabın ilk kısmı Serseri Yengeçler, ikinci kısmı ise Grotesklere Konu Olabilecek Alışkanlıklar adıyla açılır. Karabıyıkoğlu kitabının ilk periyodunda daha çok ruhsal ve toplumsal süreçlere odaklanırken ikinci periyotta absürt, neredeyse grotesk ama hayatın doğal seyrine de ait olan sahnelere eğiliyor. Bir savaş simülasyonu içinde oyun-gerçeklik sınırları çoktan silinmiş çocuklardan, tek isteği tıka basa bir şeyler yemek olan ve bu yüzden de giderek kilo alan Öznur’a, Orhan Baba’sının şarkılarıyla hayata tutunmaya çalışan çilekeş Bekir’in makûs talihinden, Nuran Hanım’ın bir gününe dahil ettiği bütün dünya gündemine doğrudan doğruya sıradan hayatlarımızdan ilham alınıyor. Bu öykülerde hâkim duyguyu bütün manzaralar karşısında duyulan yılgınlık oluşturuyor. En dertsiz, hiçbir değerden kâm almamış denilerek, sınıra itilen yaşamların gerçeklik tasavvuru yapılmıştır. Öyküler groteske yaslanıyor ancak groteskin de bugün yaşanan biçimiyle artık gerçeklikten öte bir alanı işaret ettiği söylenemez. Her birimizin hayatları groteske ait imgelerle çoktan doldurulmuş vaziyette. Todorov’un fantastik bahsinde söylediği gibi; artık fantastik olan insanın kendisidir. Binlerce imgenin saldırısına açık hale gelmiş bir zihnin yaşantısı bu saldırılardan özerkleşemez. Metnin kendisini dünyadan soyutlaması bu koşullarda imkânsızdır. Şimdi yapılması gereken bu bilgiyle yürümek, metni bu doğa durumunun içinde kurmaktır. Ama elbette ki estetiği dışlamadan, yazıyı işleten yasaların farkında olarak… Karabıyıkoğlu’nun bu ilk kitabının varlığını borçlu olduğu yasaların bilincinde olduğu söylenebilir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder