Gardını Alan Şehir
Adalar İstanbul’a coğrafya bakımından hem yakın hem de
aradaki deniz mesafesinden ötürü ondan uzaklaşmış, bağımsızlığını ilan etmiş
bir yerdedir. Yıllar boyunca kâh bir sürgün merkezini, şehrin azınlık
kültürünün hayatını sürdürdüğü bir yerleşim birimini kâh da modern hayatın
gürültüsünden bunalmış binlerce insanın ilk kaçtığı, şehirdeki rutin işlerinden
arındıkları bir huzur bulma alanını işaret etti. Edebiyatımızda ada anlatısını
başlı başına bir izlek haline getirmiş ilk yazar Sait Faik’ti. Adalar’daki dünyayı
kendi içsel ve kolektif deneyimlerinden çıkardığı parçalarla birleştiriyordu.
Bu parçalar bazen sert, kabuk gibi bir gerçekliği anlatıyor bazen de gözden
kaçmış, duyulur duyulmaz tebessüme yol açan hikâyelerden oluşuyordu. Adalar’ı
canlı kanlı bir varlık haline getiren Sait Faik’in yolundan giden nice
yazarımız oldu. Onun edebiyata kattığı bu izlek sıradan insanın anlatısıyla
birleşerek günümüze kadar geldi.
Sait Faik’in edebiyatta yarattığı düzen değişikliğinin
son halkalarından olan bir yazarın geçenlerde ilk kitabı yayımlandı. Nazlı
Karabıyıkoğlu’nun İskele başlığı
altında toplanan öyküleri gündelik hayatımıza dair bir yığın mesele içeriyor.
Kitap, Adalar’ın talanından, harcıâlem bir tüccar kafasıyla pazarlanmasından,
ruhunu kaybederek egzotik bir merak halesiyle çerçevelenmesine, 12 Eylül’ün
gerisinde bıraktığı travmalardan, yoksunluklardan, Kürt sorununun bir nüvesi
olan şehirlerdeki inşaat işçiliği piyasasına, Oğuz Atay’ın Korkuyu
Beklerken’inin tuhaf kahramanını anıştıran bir aile artığından, vatan uğruna
ölüme sürülmüş Poyraz’ın öyküsüne varana kadar girift onca kesitten oluşuyor.
Karabıyıkoğlu, zorluk içermeyen, okura dokunan bir dil inşa ettiği öykülerde
hep bir noksanlık hissine yaslanıyor. Daima bir arayışın izleriyle
karşılaşıyoruz: bu arayış bazen baba bazen kardeş bazen çocukluk suretinde
belirginleşir. Ancak genel planda vurgu Ada üzerine odaklanmıştır. Ada bütün
öykülerin sınırını belirleyen bir mertebeye yükseltilmiştir adeta. Hem öykülerdeki
birçok kahramanın hem de kitabın yazarı Karabıyıkoğlu’nun Sait Faik’e yaptığı
göndermelerden hareketle bir aidiyet mekânı haline geliyor. Öykülerdeki
kahramanlar Ada’nın makro alanının içinde yaşamsal pratiklerini üretir, onun
zemininde aralıksız bir gönderme trafiği yaşatırlarken, Karabıyıkoğlu da kendi
mecrasında Sait Faik’le dertleşir, yeni İstanbul’un, Adalar’ın o anlatalı beri
geçirdiği değişimlerden söz eder. Zaman çok kötüleşmiştir artık; modernleşen
şehir Adalar’ı da girdabına alarak her şeyi birbirine benzetmiştir.
Haksızlıklar ve kötü niyetlerle, savaşlar, unutuşlar ve makineleşmeyle
kurulmuştur bu dünya.
Edebiyatın hayata en önemli katkısı yok olan, içeriği
boşaltılan, gündelik hayatın tazyiki altında gözden kaçmış olan şeylere
vehmettiği duygudur. Bu duygu dünyayı dayanıklı kılmaya, dirimini sıcak tutmaya
yarar. Karabıyıkoğlu’nun öyküleri de her gün nicesine maruz kaldığımız handikapların
çetelesini tutarak edebiyatın hafızasına yazılıyor. İki kısımdan oluşan kitabın
ilk kısmı Serseri Yengeçler, ikinci
kısmı ise Grotesklere Konu Olabilecek
Alışkanlıklar adıyla açılır.
Karabıyıkoğlu kitabının ilk periyodunda daha çok ruhsal ve toplumsal süreçlere
odaklanırken ikinci periyotta absürt, neredeyse grotesk ama hayatın doğal
seyrine de ait olan sahnelere eğiliyor. Bir savaş simülasyonu içinde oyun-gerçeklik
sınırları çoktan silinmiş çocuklardan, tek isteği tıka basa bir şeyler yemek
olan ve bu yüzden de giderek kilo alan Öznur’a, Orhan Baba’sının şarkılarıyla
hayata tutunmaya çalışan çilekeş Bekir’in makûs talihinden, Nuran Hanım’ın bir
gününe dahil ettiği bütün dünya gündemine doğrudan doğruya sıradan
hayatlarımızdan ilham alınıyor. Bu öykülerde hâkim duyguyu bütün manzaralar
karşısında duyulan yılgınlık oluşturuyor. En dertsiz, hiçbir değerden kâm
almamış denilerek, sınıra itilen yaşamların gerçeklik tasavvuru yapılmıştır.
Öyküler groteske yaslanıyor ancak groteskin de bugün yaşanan biçimiyle artık
gerçeklikten öte bir alanı işaret ettiği söylenemez. Her birimizin hayatları
groteske ait imgelerle çoktan doldurulmuş vaziyette. Todorov’un fantastik
bahsinde söylediği gibi; artık fantastik olan insanın kendisidir. Binlerce
imgenin saldırısına açık hale gelmiş bir zihnin yaşantısı bu saldırılardan
özerkleşemez. Metnin kendisini dünyadan soyutlaması bu koşullarda imkânsızdır.
Şimdi yapılması gereken bu bilgiyle yürümek, metni bu doğa durumunun içinde
kurmaktır. Ama elbette ki estetiği dışlamadan, yazıyı işleten yasaların
farkında olarak… Karabıyıkoğlu’nun bu ilk kitabının varlığını borçlu olduğu
yasaların bilincinde olduğu söylenebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder