Tante Rosa Üzerine
Edebiyatta ilk birey örneği sayılan Robinson Crusoe
bir adada toplumsal mecburiyetlerden feragat ederek yaşıyordu. O güne kadar ya
bir sınıfa, kabileye, cemaate ya da genel planda Tanrı’ya içkin biçimde
tanımlanan insanın bireyleşmesi verili kimliklerinden sıyrılmasıyla
gerçekleşir. Artık hiçbir şeye bağlılık hissetmeden, korku, sakınma ve
cezalandırılma kaygısı taşımadan, sadece tinselliğe sığınıyordur insan. Ucu
bucağı olmayan serüvenlere çıkarak kudretini görüyor, dünyadaki eşsiz ve yegâne
konumunu keşfediyordur. Robinson Crusoe’nun keşfi önemlidir; çünkü dünyanın
bilgiyle kurulması sürecini başlatmış, tarihte, deney ve deneyime özel bir yer
ayrılmasının öncülüğünü yapmıştır. Bununla birlikte keşfin ciddi yükler
getirmesi şaşırtıcı değildir: Rita Felski Edebiyat
Ne İşe Yarar isimli kitabında, “geleneksel bağlardan ve katı toplumsal
hiyerarşilerden kurtulmuş bireyler, kendi hayatlarını düzenleyip ona bir amaç
katmak gibi külfetli bir özgürlüğe davet edilir” der. Felski’nin sözünü ettiği
külfetli özgürlük her zaman bireyliğin bir tür yarılma ilişkisiyle kurulduğuna
da işaret eder. Bu durum benliğe bir yandan özgürlük vaat ederken, diğer yandan
adı geçen özgürlüğün de çoktan vadesinin dolduğunu bildirir gibidir. Bir tür
yanılsamadan bahsedilmektedir burada: bireyin dünyayı tanıması sürecinin
ulaştığı nihai nokta kendi sınırlarını kabullenme noktasıdır.
Türkçe edebiyatta bu izleğin ilk görülmeye başlaması
1950’li yıllara rastlar. Sözü geçen yıllar Türkiye’de Demokrat Parti
iktidarının giderek perçinlendiği, pekiştiği yıllardır aynı zamanda. Önceki CHP
iktidarının uygulamalarından çok da farklı olmayan bir politik program
yürürlüktedir. Avrupa’da ise sürrealizm ve varoluşçuluğun ardından görece
tekniğe dayalı sanat akımları görülüyordur. Yeni Roman ve Oulipo gibi
hareketler hedef büyütüyor, bambaşka dünya taslakları çıkartıyorlardır.
Türkiye’de 1950 kuşağının ortaya çıkışı hem politik atmosferin, hem de
Avrupa’daki bu gelişmelerin etkisiyledir. Ferit Edgü’den, Demir Özlü’ye, Leylâ
Erbil’den, Bilge Karasu’ya kadar Türkçe edebiyatın mihenk taşlarının
oluşturduğu bu kuşağın yanında, 1920’li yılların pastoral Anadolu romanlarını
Marksist bir çerçeveye çeken yeni bir yazar kuşağı da oluşmaktaydı.
Siyasal bakımdan birbirine yakın ama edebiyat anlayışı
açısından taban tabana zıt bu iki kuşak arasındaki mücadele 1960’lı yıllarda
politik konjonktürün de yardımıyla Marksist yazarların lehine gelişmeye
başlayacaktır. İki ana akım edebi izlekten söz edilebilir bu noktada: İlk izlek
bireyin içsel mücadelesine yaslanan varoluşçu bir anlatı kurarken, ikincisi
toplumsal kurtuluşu merkezine alan kolektif bir anlatı oluşturur. İlkinde
bireyin toplumdaki anonimleşmeden kaçışı vurgulanırken, ikincisinde bireyin
kurtuluşunun da toplumsal mücadeleden geçtiği bilgisi yer alır. Birey-toplum
diyalektiği üzerine kurulu bu tartışmada birçok problem gündem dışı kalmaktan
kurtulamaz. Kimlik meseleleri, ekolojik sorunlar ve kadın konusu bu tartışmada
üzerinden atlanan problemlerden birkaçıdır yalnızca.
Sevgi Soysal’ın ortaya çıkışı hem ana akım iki edebi
izleği içermesi, hem de bu izlekler yüzünden es geçilen kadın oluş halini de
kapsamına alması bakımından kayda değer bir çıkıştır. İlk kitabı Tutkulu Perçem’in (1962) ardından
yayımladığı ikinci kitabı Tante Rosa
(1968) Sevgi Soysal’ın geliştireceği edebi yaklaşımın ipuçlarını vermesi
açısından önemlidir. Biyografik özellikler taşıyan bu romanda Tante Rosa’nın
yaşamından kesitler aktarılır. Almanya’da geçen kitap kevgire dönmüş bir
dünyada maişet mücadelesi veren Rosa’nın yaşamöyküsel anlatısına odaklanır:
Rosa çeşitli işlere girer çıkar ama “uğraş düzeni”nin ağır koşullarına
direnemez bir türlü; o durumunu değiştirmeyi bilmeyenlerdendir. Bir dehlizde
yol alırken, hayatın bin bir türlü karmaşasını deneyimlemekten kurtulamayan
Rosa bütün insanca işleri lanetler. İçinde yaşadığı düzenin kaçağı olarak
hiçbir zaman kendisini kabul ettiremeyecek, sürekli çekiştirilecek, itilip
kakılacak birisi haline gelecektir. Rosa’nın ömrü gariplikler silsilesidir
sanki; etrafında kocalarından, çocuklarından, Hıristiyanlıktan ve yaptığı
ilginç işlerden oluşan bir tuhaf ağ vardır. Bu özelliğiyle Oğuz Atay’ın Beyaz
Mantolu Adam’ını ve Feyyaz Kayacan’ın
Hiçoğlu’sunu andırır.
Sevgi Soysal bir anti-kahraman yaratmıştır; toplumdaki
gülünçlükleri açık etmek için de absürd bir anlatı kurmuştur. Rosa’yı
benzerlerinden ayıran en önemli özelliği ise kadın kimliğidir. Erkeklerin
kutsal aptallıklarından nefret eden, fahişelikle suçlanan, bedenini kötülemesi
istenen Rosa, bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır Soysal’a göre. Eril dilin
egemen olduğu bir düzende sadece kendisi olmak isteyen ama sonunda yine o dile
kanan Rosa’nın deneyimi acılı bir deneyim olarak kayıtlara geçer . Rosa’nın dünyadaki deneyimi eksik bir
deneyimdir; yabancılığını boynunda bir hamayıl gibi taşımaktadır. İnsanlardan
iş dilenmesi, kabul edilmeyi beklemesi hep eksikliğini gidermek içindir. Rosa
diğer insanların aynısı olması, onlar gibi konuşması ve davranması koşuluyla
kabul edilebilecektir ama onun başkalığı sonsuzdur; toplumun asla ele
geçiremeyeceği bir varoluş halesi vardır etrafında. Uyuma hiçbir şekilde
giremeyecek bir öznellik, bir yabancılık türü.
Yine de yabancılaşmanın savuşturulması, bir şekilde
hafifletilmesi gereklidir; bu aşamada da ironi devreye girecektir: İroni
ciddiyetiyle nam yapmış bir dünyanın karşısında güçlü bir tekniğe dönüşmüştür Soysal’da.
Bahtin Dostoyevski Poetikasının Sorunları isimli kitabında “ karnavala özgü dünya anlayışı insanı
verili bir toplumsal düzeni mutlaklaştırmaya çalışan bir ciddiyetten
özgürleştirmiştir.” demektedir. Rosa’nın bir kadın olarak mücadelesi
Soysal’ın karnavalesk dili sayesinde farklı biçimler almıştır. Başkalarıyla
uğraşırken kendisini de alaya alan, gemi azıya alırken bile durmasını bilen,
aşktan, cinsellikten söz ederken örgütlenmeyi de hesaba katan, çirkinlikleri
yaşamaktansa enayi başlangıçları daha değerli bulan bir modernist bakıştır bu.
Rosa’nın hayattan çıkışının kafkaesk bir sonla verilmesi şaşırtıcı değildir bu
yüzden. Kafkaesk anlatı tam da böylesi durumlarda sahneye çıkar; sürekli aynı
çabaların başarısızlıkla sonuçlandığı bir teşrik-i mesaide ciddi, ağır ve
kalburüstü bir dile de yer kalmaz. Yanlışlarla, yetersizliklerle dolu bir
ömürden artakalan tek şey külse, neden yaşamış sayılsın insan? Rosa’nın hiçliğe
uğrayan gövdesi, “öncesiz ve sonrasız tükeniverirken” sadece eril şiddete
değil, dünyayı nafile bir hırsla dolduran milyarlarca soluğa da meydan okuyor.
Bedenin tuz buz olması bu meydan okumanın simgesine dönüşüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder