16 Ocak 2017 Pazartesi



Tante Rosa Üzerine

Edebiyatta ilk birey örneği sayılan Robinson Crusoe bir adada toplumsal mecburiyetlerden feragat ederek yaşıyordu. O güne kadar ya bir sınıfa, kabileye, cemaate ya da genel planda Tanrı’ya içkin biçimde tanımlanan insanın bireyleşmesi verili kimliklerinden sıyrılmasıyla gerçekleşir. Artık hiçbir şeye bağlılık hissetmeden, korku, sakınma ve cezalandırılma kaygısı taşımadan, sadece tinselliğe sığınıyordur insan. Ucu bucağı olmayan serüvenlere çıkarak kudretini görüyor, dünyadaki eşsiz ve yegâne konumunu keşfediyordur. Robinson Crusoe’nun keşfi önemlidir; çünkü dünyanın bilgiyle kurulması sürecini başlatmış, tarihte, deney ve deneyime özel bir yer ayrılmasının öncülüğünü yapmıştır. Bununla birlikte keşfin ciddi yükler getirmesi şaşırtıcı değildir: Rita Felski Edebiyat Ne İşe Yarar isimli kitabında, “geleneksel bağlardan ve katı toplumsal hiyerarşilerden kurtulmuş bireyler, kendi hayatlarını düzenleyip ona bir amaç katmak gibi külfetli bir özgürlüğe davet edilir” der. Felski’nin sözünü ettiği külfetli özgürlük her zaman bireyliğin bir tür yarılma ilişkisiyle kurulduğuna da işaret eder. Bu durum benliğe bir yandan özgürlük vaat ederken, diğer yandan adı geçen özgürlüğün de çoktan vadesinin dolduğunu bildirir gibidir. Bir tür yanılsamadan bahsedilmektedir burada: bireyin dünyayı tanıması sürecinin ulaştığı nihai nokta kendi sınırlarını kabullenme noktasıdır.
Türkçe edebiyatta bu izleğin ilk görülmeye başlaması 1950’li yıllara rastlar. Sözü geçen yıllar Türkiye’de Demokrat Parti iktidarının giderek perçinlendiği, pekiştiği yıllardır aynı zamanda. Önceki CHP iktidarının uygulamalarından çok da farklı olmayan bir politik program yürürlüktedir. Avrupa’da ise sürrealizm ve varoluşçuluğun ardından görece tekniğe dayalı sanat akımları görülüyordur. Yeni Roman ve Oulipo gibi hareketler hedef büyütüyor, bambaşka dünya taslakları çıkartıyorlardır. Türkiye’de 1950 kuşağının ortaya çıkışı hem politik atmosferin, hem de Avrupa’daki bu gelişmelerin etkisiyledir. Ferit Edgü’den, Demir Özlü’ye, Leylâ Erbil’den, Bilge Karasu’ya kadar Türkçe edebiyatın mihenk taşlarının oluşturduğu bu kuşağın yanında, 1920’li yılların pastoral Anadolu romanlarını Marksist bir çerçeveye çeken yeni bir yazar kuşağı da oluşmaktaydı.
Siyasal bakımdan birbirine yakın ama edebiyat anlayışı açısından taban tabana zıt bu iki kuşak arasındaki mücadele 1960’lı yıllarda politik konjonktürün de yardımıyla Marksist yazarların lehine gelişmeye başlayacaktır. İki ana akım edebi izlekten söz edilebilir bu noktada: İlk izlek bireyin içsel mücadelesine yaslanan varoluşçu bir anlatı kurarken, ikincisi toplumsal kurtuluşu merkezine alan kolektif bir anlatı oluşturur. İlkinde bireyin toplumdaki anonimleşmeden kaçışı vurgulanırken, ikincisinde bireyin kurtuluşunun da toplumsal mücadeleden geçtiği bilgisi yer alır. Birey-toplum diyalektiği üzerine kurulu bu tartışmada birçok problem gündem dışı kalmaktan kurtulamaz. Kimlik meseleleri, ekolojik sorunlar ve kadın konusu bu tartışmada üzerinden atlanan problemlerden birkaçıdır yalnızca.
Sevgi Soysal’ın ortaya çıkışı hem ana akım iki edebi izleği içermesi, hem de bu izlekler yüzünden es geçilen kadın oluş halini de kapsamına alması bakımından kayda değer bir çıkıştır. İlk kitabı Tutkulu Perçem’in (1962) ardından yayımladığı ikinci kitabı Tante Rosa (1968) Sevgi Soysal’ın geliştireceği edebi yaklaşımın ipuçlarını vermesi açısından önemlidir. Biyografik özellikler taşıyan bu romanda Tante Rosa’nın yaşamından kesitler aktarılır. Almanya’da geçen kitap kevgire dönmüş bir dünyada maişet mücadelesi veren Rosa’nın yaşamöyküsel anlatısına odaklanır: Rosa çeşitli işlere girer çıkar ama “uğraş düzeni”nin ağır koşullarına direnemez bir türlü; o durumunu değiştirmeyi bilmeyenlerdendir. Bir dehlizde yol alırken, hayatın bin bir türlü karmaşasını deneyimlemekten kurtulamayan Rosa bütün insanca işleri lanetler. İçinde yaşadığı düzenin kaçağı olarak hiçbir zaman kendisini kabul ettiremeyecek, sürekli çekiştirilecek, itilip kakılacak birisi haline gelecektir. Rosa’nın ömrü gariplikler silsilesidir sanki; etrafında kocalarından, çocuklarından, Hıristiyanlıktan ve yaptığı ilginç işlerden oluşan bir tuhaf ağ vardır. Bu özelliğiyle Oğuz Atay’ın Beyaz Mantolu  Adam’ını ve Feyyaz Kayacan’ın Hiçoğlu’sunu andırır.
Sevgi Soysal bir anti-kahraman yaratmıştır; toplumdaki gülünçlükleri açık etmek için de absürd bir anlatı kurmuştur. Rosa’yı benzerlerinden ayıran en önemli özelliği ise kadın kimliğidir. Erkeklerin kutsal aptallıklarından nefret eden, fahişelikle suçlanan, bedenini kötülemesi istenen Rosa, bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır Soysal’a göre. Eril dilin egemen olduğu bir düzende sadece kendisi olmak isteyen ama sonunda yine o dile kanan Rosa’nın deneyimi acılı bir deneyim olarak kayıtlara geçer         . Rosa’nın dünyadaki deneyimi eksik bir deneyimdir; yabancılığını boynunda bir hamayıl gibi taşımaktadır. İnsanlardan iş dilenmesi, kabul edilmeyi beklemesi hep eksikliğini gidermek içindir. Rosa diğer insanların aynısı olması, onlar gibi konuşması ve davranması koşuluyla kabul edilebilecektir ama onun başkalığı sonsuzdur; toplumun asla ele geçiremeyeceği bir varoluş halesi vardır etrafında. Uyuma hiçbir şekilde giremeyecek bir öznellik, bir yabancılık türü.
Yine de yabancılaşmanın savuşturulması, bir şekilde hafifletilmesi gereklidir; bu aşamada da ironi devreye girecektir: İroni ciddiyetiyle nam yapmış bir dünyanın karşısında güçlü bir tekniğe dönüşmüştür Soysal’da. Bahtin Dostoyevski Poetikasının Sorunları isimli kitabında “ karnavala özgü dünya anlayışı insanı verili bir toplumsal düzeni mutlaklaştırmaya çalışan bir ciddiyetten özgürleştirmiştir.” demektedir. Rosa’nın bir kadın olarak mücadelesi Soysal’ın karnavalesk dili sayesinde farklı biçimler almıştır. Başkalarıyla uğraşırken kendisini de alaya alan, gemi azıya alırken bile durmasını bilen, aşktan, cinsellikten söz ederken örgütlenmeyi de hesaba katan, çirkinlikleri yaşamaktansa enayi başlangıçları daha değerli bulan bir modernist bakıştır bu. Rosa’nın hayattan çıkışının kafkaesk bir sonla verilmesi şaşırtıcı değildir bu yüzden. Kafkaesk anlatı tam da böylesi durumlarda sahneye çıkar; sürekli aynı çabaların başarısızlıkla sonuçlandığı bir teşrik-i mesaide ciddi, ağır ve kalburüstü bir dile de yer kalmaz. Yanlışlarla, yetersizliklerle dolu bir ömürden artakalan tek şey külse, neden yaşamış sayılsın insan? Rosa’nın hiçliğe uğrayan gövdesi, “öncesiz ve sonrasız tükeniverirken” sadece eril şiddete değil, dünyayı nafile bir hırsla dolduran milyarlarca soluğa da meydan okuyor. Bedenin tuz buz olması bu meydan okumanın simgesine dönüşüyor.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder